30 Kasım 2015 Pazartesi

Yeraltı-1

' Ben hasta bir insanım. İçi öfkeyle dolu, çekilmez bir insanım ben. Öyle sanıyorum ki karaciğerimde bir sorun var. Aslına bakarsak hastalığımın ne olduğunu bilmiyorum. Tıp bilimine ve doktorlara çok büyük saygı duyduğum halde tedavi olmak için kılımı bile kıpırdatmıyorum. Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boş inançlarım da var. (Çok iyi bir öğrenim gördüm; boş inançlarımın olmaması gerekir ama ne yapayım, inanıyorum işte.) Yalnızca inadım yüzünden tedavi olmak istemiyorum. Sanıyorum siz bunun neden olduğunu anlayamazsınız. Ama ben çok iyi anlıyorum. Bendeki huysuzluğun kimin canına okuyacağını söylemeyeceğim elbette. Bunu ben de bilmiyorum ki. Ama tedaviden kaçarak doktorlara bir kötülük yapmadığımı, kötülüğü yalnızca kendime yaptığımı çok iyi biliyorum. Bildiğim halde, sırf inadım yüzünden tedavi görmüyorum işte. Karaciğerim fenal halde ağrıyor, varsın daha kötü ağrısın! '

Yeraltından Notlar    -  Dostoyevski
Devamını Oku »

28 Kasım 2015 Cumartesi

Eskilerden yazdığım daha doğrusu saçmaladığım bir kaç satır işte.


Gururu hiçe saymak, kimin için? ne için? seviyorsun eyvallah.. her ayrılığınızda seni istemiyorum, her seferinde kapı orada sözcüklerini işitiyorsun. kalkıp gitmekle kalmak arasında araftasın. gururun kalk diyor, sevgin kal. ne bok yiyeceğini bilmiyorsun. kalkıp gitsen dönüşü yok, kalsan kendine yediremezsin. istenmediğin yerde durmazsın sen. emir almazsın. emirleri yerine getirmezsin. sen hatayı numaranı değiştirerek yaptın. değişmeyeceksin. o seni kabul ediyorsa öyle etsin. başkasına benzetmeye çalışmakla uğraşmasaydı. belki başkasının yerine koydu seni. onu hayal ederek yaşadı her şeyi onun gibi olmanı istedi. belki bu yüzden değiş dedi sana. beynin de milyonlarca kelimelik hazinen de hep aynı söze takılı kalmış plak gibi hep aynı eylem cümlesi ''kapı orada!''... düşünmemeye uğraşıyorsun ama nafile... aldığın her nefeste her göz kırpışında düşünüyorsun o hareketleri, söyleyişini, ses tonunu... aynı kareyi binlerce kez yaşıyorsun belki daha da fazla... beynine kurşun yemiş gibi dönüp duruyor aynı sahne her ''kapı orada!'' sözünde bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha beyninden vuruluyorsun...

                                                                       Mertcan ÇELİK.
Devamını Oku »

27 Kasım 2015 Cuma

CEMAL SÜREYYA'NIN SOYADINDAKİ "Y" HARFİNİN YOK OLUŞ HİKAYESİ



Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir sözcük. Barışa, aşka dayatmaya dönük…
“Elma” şiirinde, adındaki “Y” harflerinden birini attığını ilan eder. Nedeni, kendi anlatımına göre, arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine girdiği iddiayı kaybetmesidir. Söz konusu telefon numarası, Üvercinka’nın…
Cemal Süreya, “O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona dedim ki, eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince, ismimde harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.” der.


BİR BAŞKA VERSİYONU İSE ŞÖYLE
Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üniversitede sınıf arkadaşıdır ve sınıflarında 'Muazzez Akkaya' isminde bir de kız varmış. İkisi de bu kızı gizliden gizliye severlermiş. Sınıfta gün boyu aynı kıza duydukları ilgiyi birbirlerine anlatırlarmış. Hatta Muazzez'e yazdıkları şiirleri birbirlerine okurlarmış. Sonra bu aşk, zamanla kızışmış ve birbirlerine 'ben elde ederim, sen edersin' derken 'kim elde edecek?' diye iddiaya tutuşmuşlar. Kaybeden büyük bir bedel ödeyecek demişler. Ve bu bedel ömrü boyunca üzerinde kalacak. Bedene fiziksel bir zarar olmayacak diye de karar kılmışlar. Ve sonunda adını değiştirmeye gelmiş olay.

Cemal Sürey(y)a kazanırsa ;Sezai Karakoç'un soyadı 'Karkoç' olacak.
Sezai Karakoç Kazanırsa ; CemaL Süreyya'nın soyadı 'Süreya' olacak.
Tahmin ettiğiniz gibi kızı Sezai Karakoç elde eder ve onunla çıkmaya başlar. Cemal Süreyya da gidip tek 'Y' harfini attırır soyadından... İşte Süreyya'dan Süreya'ya geçiş dönemi böyle olmuştur.
Peki sonrasında ne oldu?
Muazzez Akkaya Sezai Karakoç'un kendisi ile bir iddia sonucu çıktığını öğrenir. Biraz da sorunları olan Muazzez bunu kaldıramaz ve okulu bırakıp ve memleketi olan Geyve'ye gider. Sezai Karakoç bu duruma çok üzülür ve Muazzez Akkaya'ya ithafen Mona Rosa'yı yazar. Şair Karakoç,1950 yılında Mülkiye'de öğrenci iken yazmıştır ancak 2002 yılına kadar yayımlanmamıştır.
Devamını Oku »

26 Kasım 2015 Perşembe

Cemal Süreya'ya





 

Bir Adam ve Bir Şapka ...
Meyhaneden çıkmıştı adam. Demlendik arkadaş diyordu sözde ikizi Suphi'ye. Demlenmedik mi söyle? Kaç yıldır demlendik sööyle!
Bize soracak olursanız demlenmişten de öte bir hali vardı ya neyse. Biz hikayemize bakalım.
Rıhtımda karşılaşmışlardı tam tramvaya binerken. "Utanmaz adama bak sen!" demişti. "Şurada sıra varkene, iki adımlık yol için beni iteliyor deyyus..." Şöyle burun köküne yasladığı yakın gözlüklerinin üzerinden adama dik dik bakmaya niyetlenmişti gazetesini katlarken ve elbette en korkunç bakışlarını da atmıştı herifçioğluna...
Sokakta yakın gözlüğünün de ne işi var demeyin. Bizim kahramanımız duraklarda, metrolarda ve vapurlarda okuyanlar takımındandır.
Bi tarftan da "adam ol beyefendi adam " mı dese m' lere basa basa? Yoksa "Höşşt, höşşt" mü dese? "Aaa Suphi bu!" demişti görüverince misket irisi yeşil gözlerini arkadaşının. Yazık ki ne yazık, bukleli saçları dökülmüş ya, kendisine bal kabağı gibi bir kafanın içinden de baksa Suphi'nin gözlerini nerede görse şıp diye tanırdı.
Mutlu olmuştu rastlamakla Suphi'ye. Kırk dört yıldan sonra ilk kez, ilk kez şeytana uyuvermişti. Meyhane kim, kendisi kim? Suphi teklif etmese, adım atarmıydı meyhaneden içeri a sevgili karıcığı?
Eve gidince anlatacağı bahaneleri böylesine bir mitik öykü düzeninde kurmalıydı. Epope mi denirdi, hay Allah hatırlayamıyor. Unutmadan arkadaşının adı da değişik olmalı. Suphi derse inanır mı karısı? Aptal mı ki inansın? Kırk yılda bir karşılaştığı, evet evet sözün gerçeği tam da kırk dört olacak, arkadaşı da adaşı mı olurdu insanın behey sersem. Hem köylüsü de olmasın bu arkadaş! Sonra bi sürü hikaye daha uydurmak zorunda kalabilir, inandırıcılık adına. Mitosların bu denli kişisel geyikler için kullanılmasına da karşıdır ya aslında. En iyisi üniversiteden bi arkadaş bulmalı, belki de liseden olmalı. Ummaktadır ki daha eskilerden, kişisel tarihinin sararmış da dokundukça unufak olan sayfalarından çıkıp geliveren bir kişi hakkında fazlaca soru sormaz karıcığı.
Yıllar yılı kalıp gibi taşıdığı kravatı gevşemiş, kırk yıldır şef garsonlar belki de rahipler gibi boynuna kadar ilikli gezdiği gömleğinin üst düğmelerinin açık aralığından beyazlaşmış kırçıl kılları fışkıran göğsündeki ateş, rüzgarın esintisiyle bir mangalda çıtırdayarak yanan kömürler gibi közlenirken, etekleri iki yanına savrularak dizlerine vuran kalın paltosunun ağırlığı altında, boşalmaya hazır bozuk bir palanganın makaralarında sallanan hantal bedenini zorlukla dengeleyen romatizmalı dizleri, her an çözüleceğinin sinyallerini vererek, tehlikeyi önceden muştuluyan paslı bir tersane gereci gibi acılı gıcırtılar çıkarırken, yalpalaya yalpalaya yürüyordu. O sırada Zeus'un nefesi kadar güçlü sert bir Lodos esintisi, önce lacivert paltosunun eteklerini iyice havalandırdı, daha sonra boynunda bir dana dalağı gibi sallanan kırmızı kravatını savurdu yüzüne. En sonunda da başındaki fötr şapkasını aldı adamın. Yüzüne şak şak diye vurarak çekilirken yanaklarında ve dudaklarında iç gıcıklayıcı bir dokunuş bırakan, akrilik saten karışımı kravatla oynaşırken lacivert fötr şapkasının da havalanıp kendisini terk ettiğini hiç fark edemedi adamcağız. Şapka havalandığında adam eskiden Migros olan büyük kitapçı dükkanının önündeydi, Kumluk'ta köşede. Tam da babam mezarından kalksa, burlara gelse acaba bu Şehr-i İstanbul'u tanır mı, tanımaz mı gibisinden sarhoş hezeyanı sayılmasa bile tuhaf ve gerçek dışı, ölümlülerle ölüleri buluşturan oldukça da keyifli bir felsefenin derinliklerine kaptırmış giderken, bu arada rahmetlinin mezar yerinin nerede olduğu konusunda açtığı tek kişilik Zeytinburnu- Karacaahmet münazarası da belleğinin arka planında kendiliğinden sürerken, kim fark edecek fötr şapkanın uçtuğunu?
Şapka önce anaforla, kafesinden özgürlüğe uçan bir kağıttan kuş gibi yükseldi. Hanın üçüncü katının boş pencerelerinde, sanki nereye gideceğini bilemediği bahanesi ile önünden geçtiği evleri dikizleyen röntgenciymiş ya da bir uzaktan kumandalı oyuncak uçan daire gibi şöyle bir ileri bir geri salınarak aylakça oyalandıktan sonra, aniden pike yaparak alçaldığı yer seviyesinden bir metre yetmiş altı santimetre irtfayı sabit olarak koruyarak , sanki görünmez bir kafanın üzerinde yol alıkoyormuşçasına sular idaresine doğru, sol kaldırımdan Akdenizli'nin meyhanesinin önünden uçarak geçti lacivert fötr. O sırada sevgilisi çok önemli iş sms leri ile uğraştığı için, çay içerken oyalanmak amacıyla naylon camekanın arkasından tırnak etlerini yiyerek sıkıntıyla dışarıyı, gelen geçeni ve iri yağmur damlalarını seyretmekte olan buğday tenli Sevda ki muhtemelen arap kızıydı, sevgilisini dürtükleyerek "Bak, çabuk bak Tayfun!" dedi heyecanla.
"Başsız bi adam geçiyor sanki, çabuk bak!"
Cep telefonunda kırıştırmakta olduğu diğer bebeğe yazdığı mesajdan kafasını kaldırmadan "Hıı, Başsız adam mı dedin Leylacım hani nerede tatlım ?" diye soran Tayfun, daha ne olduğunu anlayamadan gözünde çakan yıldızları sayıyorken, bizim lacivert fötr şapka yolun başındaki çitlembik ağacının gölgeleri arasında gözden yitip gidivermişti.
Ağaca otuz santimetre kala, fötr şapka sanki kilitlendiği avı yön değiştirmiş bir avcı gibi aniden sağa atak yaptı. Müzik kursları verilen sarı binanın yanından ve otopark bekçisinin kafası üzerinden teğetleme geçerek, kapıları pencereleri kalın kalaslarla çivilenmiş belki de yeni sahiplerinin miras kavgasına dalıp unuttuğu eski hüzünlü binanın giriş basamaklarında oturup, plastik şaşal şişelerden tiner çekerek kafa bulan hırpani gençleri bile güldürerek, İmge Kitapçısının vitrini önünden, sanki kitap okumayı çok seven ancak vakti de olmadığı için yavaşlayan bir kafanın üstünde geziyormuşçasına uçmaya devam etti. Yıl sonu sayımı için kitapçı dükkanında, alt kattaki kitaplarla haşır neşir olan kızcağız, gözü vitrine doğru kayıp da başsız bir şapkanın oradan öylece kendine bakarak yavaş yavaş ilerlediğini görünce bunun, metruk evin basamaklarını mekan tutmuş tinerci çocukların son saldırı stratejilerinden biri olduğuna karar vererek, kilitli kapıya rağmen, korku içinde yukarı asma kata attı kendini arkadaşlarının yanına.
Şapka öylece yoluna devam ederken, adamımız kararsız kalmıştı. Sular idaresine doğru gitse iki adım sonra evde olacaktı ya canı eve gitmeyi istemiyordu ilk defa, kırk yılda bir dedik ya...
Her taraf ıslanmış, vitrinlerde yanan minik süs lambalarının, eğri büğrü kaldırımda ve delikli asfalt yolda oluşan irili ufaklı binlerce yağmur göletinde yansımasıyla, yüksek yaylalardaki yaz gecelerinin göğündeki tüm yıldızlar, oraya, yere, ayaklarının altına yağmış duygusuna kapıldı.
Lodos da aniden kesilmişti yoksa şu ileride yapılamakta olan gökdelen inşaatı mı kesmişti yeli anlayamadı. Yahu galiba şu "Fenerini Kap da Gel!" diye Moda Burnundaki Mızraklı Kapının önünde, bir manga tam techizatlı polise karşı gitarları ile müzik yapan gençlerin hakkı vardı, dairedeki arkadaşının da. Her şey bir bir buharlaşıyordu, haklar, özgürlükler ve güzelim tarihi konaklar... Bu her an deprem beklenen kentte, tam da dolgu deniz kıyısında bilmem kaç katlı otelin işi ne ? Henüz inşaat aşamasındayken, havaalanı terminali gibi şakır şakır yanan ışıkları da binayı protesto edenlere sempatik gösterme çabalarının bir sonucu mu? Yıldızların çoğu aslında o binanın ışıklarından düşmüştü oradaki gölcüklere. Belki de otel değildi gördüğü de Samanyolu Gökadası bu önemli gecenin yüzü suyu hürmetine ayağına kadar inivermişti. Daha mantıklıydı yahu! Yakında merkeziyle, bankasıyla önemli bir dükalığa dönüşecek olan bu kentin uzay ötesi ziyaretçilerine tahsis edilen giriş kapısı olabilir mi bu yüksek bina? Neden olmasın yani? Tam da Hadesliler Tüpü'nün çıkışına inşa edilmesinde bir hikmet olmalı. Şimdi moderen çağda yaşamıyor muyuz? Eskidenmiş o çöllerde möllerde inermiş geyikler, koçlar ve kitaplar. Kaç kitap var tek tanrılı ve her birinin tanrısını diğeri sallamadığına göre aslında "modern denilen çağda kaç tane tek tanrı var ?" münazarası da arka planda bellekten data toplamaya başlamıştı çoktan. Sürprizlere fantastik olaylara hiç inanmasa da bu sıkıntılı günün gecesinde, bekliyordu ki bir sürpriz daha olsun. Köpüklerden doğan altın saçlı Tanrıça Afrodit çıkıverse karşısına, ona sarılırken, beyaz yumuşacık tenini duyumsarken teninde, kımıl kımıl karıncalanarak yanan göğsünde, kıravat yerine rüzgârda uçuşan altın saçları dövse yüzünü, böylesi bir sürpriz yaşatıverse tanrısı ah bir yaşatıverse, ne iyi olacak!
Yıldızlar kıyamet gibi kaldırımlarda,
Yıldızlar kıyamet gibi sevgilim bak hepsi,
Senin için indirdim yere
haydi bi kere, ne olur bi kere
sevdiğini söylesene.
kırk dördüncü yıldan sonra
bu gece,
gelsene.
altın saçlarını ,
bağrıma sersene...
Başını kaldırıp düşmemiş yıldız kaldı mı diye gökyüzüne baktı, düşen yıldızlardan kalan pembe boşluğa gülümserken, metruk apartmanın en üst katında perde aralığından kendisine bakan o cıbıl beyaz tenli kadını gördü, camı açmış. Afrodit mi gelmiş ne...
Bağırmasa olmazdı:
Kibilir kimin karısısınız, sevgili bayan.
Yıldızlar kıyamet gibi kaldırımlarda .
Kimbilir kimin karısısınız ama bakın yıldızlar kıyamet gibi kaldırımda,
haydi siz de gelin yanımda...
Tuhaf bir şey oldu o anda. Gözüne camda ilişen kolları süt beyazı kadın, mermer beyazı değil ha çatlaklı mermerden nefret eder, sonuna kadar beyaz kadın, beyaz tenli, altın saçlı kadın elini uzatıverse kollarına dokunuverecek, sıkıverecek kadar yakınındaydı. Elini uzattı ama süt beyazı kadın da paten giymiş bir genç kız kadar kıvrak bir reveransla, hızının yeliyle altın saçlarını savruraraktan uzaklaşıverdi, uzun upuzun leylak moru köpüksü giysisisinin şeffaf etekleri kıyıdaki kayalıklarda uçuşurken.
Kaçmayın güzelim diye seslendi adam ardından. Köpükten geldiniz yine köpük olmaya koşmayın. Köpüksü geceliği ile ne kadar da Afroditsel yoksa gerçek Afrodit miydi bu?
Kimin karısı olduğunuzun ne önemi var?
Neden kaçıyorsunuz benden,
Yoksa hatıralar mı kaçırdıklarınız
yoksa yıldızlarımı mı çaldınız
zaten size indirdiğim..
bilseydiniz yine de
çalar mıydınız?
Gerçekten de sokağın o bölümünde kadının pırıltılı şeffaf köpüksü geceliğinden başka parıldayan hiç bir nesne yoktu. Anlayacağınız zifiri karanlıktı yolun sonu. Öyle tünelin ucunda aydınlıklar filan da ancak romanlarda olur, bilmez misiniz?
Kimbilir kimin karısı şimdi de yıldızları çalmış. Olur mu? Herşey olur. Tanrıça bile. Herkes çalar. Tanrılar da. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse, büyükler daha iyi çalar.
Şimdi kulaklarında çalgılar...
Karanlıkta başı dönüyor adamın, belki de çalanlardan. Işıksız ve yıldızsız bir direk aradı tutunmak için. Ne kadar ışıksızsa o kadar sağlam olur en azından çalınmaz, koparılmaz yıldız avcılarınca yerinden.
Bulut gibiydi bulut. Biraz soluklanmak isteyen bir bulut. Kırk dört yıllık bir bulut adam.
Bu incecik gecelikle sen üşümüyor musun sokaklarda. Üstelik yıldızlara basarken kayıp düşceksin güzelim. Belki de ayaklarını kesecek yıldızların sivri uçları. Kanayacak tabanların ve ak bileklerin, belki de düşeceksin ve kolların da çizilecek, köpüklere dönemeden.
Bekle beni bebeğim, beni bekle .
Sevdiği ak tenli kadın kimbilir kimin kadını
önüsıra koşuyordu yarıçıplak.
Adam bulut gibi sarhoş ve bulut kadar hafiflemiş
kadın, hatta ipek bir yelken gibi kayıyordu havada
şeffaf leylak moru köpüksü giysisini de saymazsak
çırılçıplak.
aman allahım dedi adam aman allahım!
Göğsü karıncalaşarak...
"Bu kadın Afrodit ve çırılçıplak!"
Kadının sert baldırlarını, biçimli silüetini, ıslak saman rengine dönüşmüş altın saçlarını görüverince, bulut gibiydi, plasmaya dönüştü, iyonlaştı adamcık.
Önüsıra uçarak uzaklaşan leylak gecelikli kadına kilitlenmiş bir skut füzesi gibi sağa sola aldırmadan, düşe kalka, Moda'ya doğru çıkan tramvay yollu caddede, koşturuyordu şimdi.
Fötr şapka ile kadın da sahildeki kırmızı şeritli koşu yoluna varmışlardı şimdi birlikte İnciburnu'na doğru ve ardlarında dili dışarıda, gömlek düğmeleri göbeğine kadar çözülmüş, kırmızı karavatı yüzünden olsa gerek yoksa meyhanedeki kokoriç kokusundan mı, köpek ordusu tarafından kuşatılıp kovalanan bir adam koşuyordu şapkasız ve tıknefes.
Şapkasız olduğunu bilmeyen bir adam.
Şapkasını kaybettiğini fark etmeyen adam.
Kendi şapkasını tanımayan bir adam.
Şapka yerine karısı sözcüğünü koysanız değişir mi anlamı?
Aslında iki sokak ötede ak tenli bir kadın bekliyordu ardına kadar açık camda gece boyu titreyerek,ve beyaz bembeyaz damarlı mermer beyazı kolları vardı kar taneciklerinin çarpıp eridiği, leylak moru köpük geceliklere bürünmüş bir kadın ki saçları ıslak saman rengiydi kaygılı gözleri kadar.
Lodos Karayel'e çevirmeye başlayınca mevsimin ilk karı düştü o gece İnciburnu'na gökten yağan erik çiçekleri gibi. Yıldızların hepsi beyaz çiçek çuvallarına saklandı o gece, hep yaşanası arzuların, dileklerin tıkıldığı kardan, buzdan çuvallara.
Sabah Kadıköy Kız Lisesi öğrencileri kartopu oynamaya çıktıklarında sahilde taşların arasında yatan lacivert paltolu adamı buldular. Şapkası da adamın yanında eliyle uzanmasına bir karış uzaklıkta karlara karışmıştı. Ceplerine baktı bekçi Adem.
Kaymaklı kağıttan gösterişli bir zarfa konmuş mektubu buldu, bir de küçük bir tanrıca heykelciği alçıdan yapılmış, sarılmış yaldızlı kağıtlara.
"Oku Adem abi oku!" diye bağırdı kızlar heykelciğe aldırmadan, aralarında Sevda öğretmen de vardı.
Muzip bir kız bağırdı:
“Bu da Ergenekonculardan olmasın sakın!”
Bekçi Adem en hüzünlü sesiyle hecelemeye başladı:
Bay Suphi Noktanokta
Müessesemize 34 yıl boyunca yaptığınız bunca çalışma için size en derin şükranlarımızla bu teşekkür belgesini sunuyoruz.
Tam da eşinizle kırk dördüncü evlilik yıl dönümüne rastlaması günün anlam ve önemini katmerliyor.Size ve sevgili eşinize mutluluklar diliyoruz. Ekteki küçük mitolojik heykel çalışma ve özverinizin bir nişanesi olarak inanıyoruz ki her zaman kitaplığınızın mutena bi köşesinde duracaktır.
Büyük buhranın öngördüğü yeni yapılanma nedeni ile gelecek yıl birlikte olamayacağımızı üzülerek belirtiyoruz. En derin saygılarımızla. Yönetim Kurulu adına ...
Sevda öğretmen birden şapkayı anımsadı, dün gece gördüğü o başsız şapkayı ve mektuptaki o iki cümleye aradaki italikleri ekleyiverdi hayal gücünün hüzünlü Lodoslarından esen.

ezgi umut 8. 1 2009 Kadıköy
Devamını Oku »

Ve Dağlar Yankılandı - Halit Hüseyni




Hangi oyuncaklar doldurabilirdi sevdiklerimizin yerini…

Ve Dağlar Yankılandı - Halit Hüseyni
Devamını Oku »

Uçurtma Avcısı



Son zamanlarda okuduğum ve bende iz bırakan nadir kitaplardan biri. Uçurtma Avcısı;insanın karanlık bir odada garip sesler gelen ürkütücü bir dolabı açması kadar ürpertici dokunuşları olan Afganlı yazar Halit Hüseyin'in ilk romanı.Yazar o dolabı projektörlerle aydınlatmaktan, gerçeği acımasızca göstermekten,okurun uykularını kaçırmaktan çekinmiyor. Ve etkileyici bir şekilde dostluğu anlatıyor. 
Devamını Oku »

Kürk Mantolu Madonna







 "... insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerinde çok düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf mı var? dedim. Hayır, bilakis belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabi görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha küçükken öldü. Evde annemle ikimiz kaldık. Annem, tabi olmaya, itaat etmeye alışmış olan kadınlığın adeta bir timsaliydi. Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. Ona ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim, destek oldum. Böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daime tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olamadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları farkettikten sonra erkekleri sahiden seve bilmem imkansızdı. En hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları meydana çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır... Aman Yarabbi, insan deli olur!... Kendimde hiçbir gayri tabi temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına aşık olmayı tercih ederim…"   Alıntıdan da anlaşılacağı üzere ben bu kitabın ana kahramanı Maria Puder'in hayata bakışı ve erkekler üzerinde yaptığı eleştiriden çok etkilendim. Romanın ayrı ayrı her sayfasında sizi yansıtan bir karakter bulabilirsiniz. Bu roman insan ruhunda yaptığı gizli gezintilerle sizlere kendi ruhunuzun bir parçasını bulmanızı sağlar.Ayrıca romanın karakterlerinin gezdiği sokaklarda onlarla birlikte yürüyor gibi sizi o dünyaya sokacak çok kuvvetli bir tasvir dili kullanılmış. Bence bu bir romanı en etkileyici yapan şeydir. Sabahattin Ali'nin bu yapıtı ise buna sahipse okumak için daha ne bekliyorsunuz?
Devamını Oku »