29 Aralık 2015 Salı

Namusu o kadar çok kadınlara yüklediniz ki, çevrenizde ki namussuz erkekleri görmediniz.


Kızlık zarı, kadınların bekaretini kontrol için değildir.
Bebekken kakalarından, mikroplardan, pisliklerden korunmaları için oluşan bir mekanizmadır.
Tuvalet eğitiminden sonraysa işlevini yitiren Ve olmasının hiçbir faydası, anlamı ve gerekliliği olmayan küçücük bir zardır ve hayvanlarda da bulunur.
Bu zarın varlığı erkekler tarafından keşfedildikten sonra Kadınların namusu olarak üzerlerine etiketlenmiştir.
Onun için gerekirse öldürülmüşlerdir, o varsa saygı duyulmuş Yoksa katledilmiş, bir parça zar için “iyi mal”, “0 kilometre” olarak görülmüşler, cinsel ilişkiden sonra çarşafta kan lekesini gören erkeklerin
İlk ben “becerdim” anlamında “gurur”lanmasına ve övünmesine sebep olmuştur .
Bekaret beyindedir, bacak arasında değil.
Namus beyindedir, bacak arasında değil
Orospuluk beyindedir ve erkeğin de orospusu olur.
Orosbulugun kitabı yazılacak olsa bunu erkekler yazar kadınlar okurdu..
.
Devamını Oku »

27 Aralık 2015 Pazar

Kader.

Sen de anla artık başka yolu yok bunun. Yazıkmış, kılmış, tüymüş hepsi hesap edildi bunların ya, her şeye hazırım diyorum sana. De ki iyilik ediyorsun, de ki sevap işliyorsun, herkesin inandığı bir şey vardır bu amına koyduğumun hayatında. Benimkisi de sensin, ne yapıyim!

Geçen gece çocuk hastaydı. İlacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. Sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. Birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişim ki seni. Dönerken bir meyhane gördüm. Bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum, bi de rakıya yumulduğumu. Arkasından en az dört cigaralık. Sonra gözümü bi açtım, karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bi daha açtım, başımda bi çocuk; “Kalk abi” diyor “Kars’a geldik”. Otobüsten indim, yürümeye başladım. Dedim: “Allahım nerdeyim ben, burası neresi?”. Sonra güç bela burayı buldum.

Kapının önünde durup düşündüm.

Dedim, “Bekir, bu kapı ahiret kapısı, burası sırat köprüsü, bu sefer de geçersen bi daha geri dönemezsin.”. “İyi düşün” dedim. Düşündüm, düşündüm, ama olmadı, dönemedim. Sonra “Bak oğlum” dedim kendi kendime. “Yolu yok, çekeceksin, isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını, uslu uslu yürü şimdi.”


Arada sıra da açar izlerim ben bu filmi. Nedendir bilinmez ama Zeki Demirkubuz sinemasına kendimi yakın bulamasam da, bu film beni etkiledi. Tam teşekküllü bir şekilde adamı alıp paramparça eden bir film. Ne söylesem burada başı boş kalacak, anlamsız olacak. Ne söylersem söyleyeyim eksik kalacak. Öyle bir film ki bu üzerine kimse tek bir yorum dahi yapamaz. Masumiyet filminden sonra tek izlediğim filmidir Zeki Demirkubuz'un. Eğer izlemediyseniz yakın bir sigara başlayın filme zaten film bitene kadar siz de biteceksiniz, sigara paketiniz de...
Devamını Oku »

24 Aralık 2015 Perşembe

Saçmalıklar silsilesi

Bazen öyle bir yalnızım ki... Hiç kimsem yok sanki. Ailem yok, arkadaşlarım yok, sanki hayatım yok. Belki çok arkadaşım var ama yoklar. Çok uzaktalar. Dünyanın neredeyse her şehrinde en azından bir kaç arkadaşım var. Çok yakın olduklarım da var, çok yakın olmasam da gittiğimde gayet güzel ağırlayacak insanlar da var. Ulan dünyanın diğer ucu dediğiniz Avustralya da bile arkadaşım var. Ama bazen işte hiç kimse yok. Aslında arkadaşlarımın hepsi yanımda, tek bir ses versem öylece tüm işlerini bırakıp gelecek olanlar. Şimdi bu ne saçmaladı lan böyle? diye düşünüyorsun farkındayım.  Ama sen bunca kalabalıkta bile kendini yalnız hissettiğin oluyor mu hiç? Bak şöyle anlatayım sana. Bazen hani bir şair de demiş ya kalabalıktaki yalnızlık. Hah bak şimdi etrafın insanlarla dolu, daha sen hiç bir şey söylemeden seni anlayacak insanlar bunlar yani değerli ve önemliler hayatında. (Aklına en azından bir kaç kişi gelmiştir. Çünkü ben bunu yazarken bile gözümde canlanan bir kaç arkadaşım geldi). Kendi iç dünyanla hiç baş başa kaldın mı? Tek başına bara gittin mi arkadaşların olmadan? Ya da tek başına rakı içtin mi hiç hayatında? Tek başına üzülüp, gülebildin mi ya da herkes yanındayken bile sanki yanında kimse yokmuş gibi oldun mu hiç? Bana hiç olmamıştı 1 sene öncesine kadar. Her anımda bir kaç arkadaşım da olsa oldu yanımda. Hiç kendimi böyle hissetmemiştim. Şimdi ne mi düşünüyorum? Cebimde bir tane sigaram var. Gecenin saat 05.20 si ve son sigara. Evet bunu düşünüyorum. Peki benim klasik sorum yalnızlığa alışmış birinin  hayatına girebilir misin? Ben yalnızlığa alışmış bir kadının hayatına giremezdim heralde. Çünkü bazı şeyleri yalnız yapmaya başladığında diğer insanlar sadece başını ağrıtmaktan başka bir şey yapmıyo. Dediğimi yaşadıysan eğer bilirsin ki bazen çoğu şeyi yalnız kalarak yapmak istersin. Çünkü ne kadar arkadaşın olursa olsun, gece o yatağa gittiğinde yanında biri bile olsa yalnızsın. O gözlerini kapattığında beyninden geçenler var ya hani bir türlü kafandan atamadığın... Onları sadece sen görüp duyuyosun. O her gece o yatakta düşüncelerin ve sen yapaYALNIZSIN. Hoşgeldin dostum. Zamanın geldiği zaman sen de anlayacaksın yazdıklarımı (belki de anladın) ama belki 30, belki 50, belki de 70-80 yaşlarında olursun. Bu dediklerim hep o beyninde anıları dosyalayıp koyduğun tozlu rafların olduğu arka çekmecelerden orada küçük bir yer elde etsin. Zamanı geldiğinde tozunu alır ve tekrar okursan o zaman bu deli ne diyomuş harbi lan dersin. İşte o gün bu dünyaya yalnız gelip yalnız göçtüğünü anlamış olacaksın.


Mertcan Çelik
Devamını Oku »

23 Aralık 2015 Çarşamba

Milyon Kere Ayten

Ben bir Ayten'dir tutturmuşum
oh ne iyi Ayten'li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten'e beş var
Ya da Ayten'i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor
Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz
Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim
Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten'li İki laf ederiz
Onu siz de seversiniz benim gibi Ama yağma yok
Ayten'i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim
Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar
Parasızlık da bir şey mi
Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar…
Ona uğramayan gemiler batsın
Ondan geçmeyen trenler devrilsin
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin
Kapansın onu görmeyen gözler
Onu övmeyen diller kurusun
İki kere iki dört elde var Ayten
Bundan böyle dünyada Aşkın adı Ayten olsun…

-  Ümit Yaşar Oğuzcan -

Devamını Oku »

18 Aralık 2015 Cuma

"Por Una Cabeza"



Bazı filmlerde, kimi sahneler insanın kafasına ve yüreğine kazınır ya," Kadın Kokusu " filmi de benim için bu filmlerden birisi.Al Pacino'nun "En İyi Erkek Oyuncu Oscarı" kazandığı ve kör bir emekli albayı canlandırdığı filmde, yaşama dair bir çok şeyin sorgulanması mümkün. Hayatına son vermeyi düşünen Frank Slate, bu düşüncesini gerçekleştirmek için kendisine muhteşem bir final hazırlar. Her ayrıntısıyla düşünülmüş bir plandır bu. İşte bu finale yaklaşılırken filmde, benim kafamda bir çok soru işareti oluşmuştu. O gece, yaşamına son vereceğini bilirken, gününü , güzel bir kadınla, kaliteli bir şarap eşliğinde lezzetli bir yemek ve üstüne de muhteşem bir tango ile sürdürmesi , bende çok büyük bir çelişkiye sebep olmuştu. Çünkü , hayatından vazgeçmek isteyen bir insanın , yaşamdan zevk alıyor olması çok da beklenen bir durum değildir. Ama bu adam , yaşamın keyfine öylesine varmıştı ki, ölümünü de aynı keyifle bir ritüel havasında yaşamak istiyordu sanırım...

Yaşamdan zevk alan bir adamın da ölmeye giderken yanında güzel bir kadın, kaliteli bir şarap ve tango olması aslında hiç şaşırtmamalıydı beni belki de...

İşte tam ben bunları düşünürken "Por Una Cabeza" başladı. O muhteşem tango sahnesi ve o nefis parça... O kadar empati yapmıştım ki, kendimi akşam ölmeyi planlıyormuş ve şimdi de kendimi son tangomu yapıyormuş, son defa tango dinliyormuşum gibi hissettim bir an...Güzelliklere veda etmek ne kadar korkunç olurdu herhalde , son kere olduğunu bildiğinizde. Bir daha göremeyeceğinizi bildiğiniz bir insandan ayrılırken, ya da bir daha duyamayacağınız bir sesi,son kere aklınıza kazımaya çalışırken. Elbette bu kadar yoğun duygulardan sonra hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu düşünceler de uzun süre kafamda gezindi durdu. Şimdi ne zaman bu parçayı duysam yine gözlerim dolar.
Devamını Oku »

17 Aralık 2015 Perşembe

Yürüyen Ölüler

İnsan bir işte yıllarca çalışınca zamanı başkasına aittir. Yani, sekiz saatlik vardiyada bile günü elinden alınmıştır. Buna işe gidip gelme süresini, yemek yemeyi, uykuyu, yıkanmayı; giysi, otomobil, lastik, akü satın almayı; vergi ödemeyi, sevişmeyi, ziyaretçi ağırlamayı, hastalanmayı; kaza yapmayı, uykusuzluğu, çamaşırı, hırsızlık endişesini, iklimi ve diğer şeyleri eklersen, insanın kendine zamanı kalmaz. 21 yaş üzerindeki insanların %98’i çalışıyor, yürüyen ölüler...

Charles Bukowski
Devamını Oku »

15 Aralık 2015 Salı

Bar anılarından biri

Masada üç kişi vardı. üçü de sarhoştu ve birbirlerini iki görüyorlardı. barın içinde uğultuya dönüşmüş kelimeler sahnedeki grubun gitar ve bateri seslerine karışıyordu.

bar ses yalıtımlıydı. desibel ve polis korkusu yoktu yani barın asla içki içmeyen sahibinin. sadece olay çıkmasın diye geçirirdi içinden. nefret ederdi mekanında kavga eden insanlardan. haklı, haksız fark etmeden hepsini öldürmek için derin bir istek duyardı içinde. bu nedenle izbandutsal garsonlar alırdı işe. garsonluktan başka badigartlık görevlerinin olduğunu bilmeyen "badigartsonlar" asgari ücretle keklendikleri fark etmeden rakı enjekte ediyorlardı masalara. bar bir cumartesi akşamına yakışacak doluluktaydı.

ali: len bu baterinin notaları var mıdır?
emin: ya manyak mısın bu saatten sonra bu durumu baz alırsak benim bile notalarım var. bak ellerimden zemine düşüyorlar. intihara meyilli lan bu notalar.
koray: garson rakı şişesi getir! hatta sen bir kasa rakı getir biz içinden seçelim. vardır her halde baterinin notası motası, ne bileyim ya. lan oğlum hiç sallamasanız bile sevgilimden ayrıldım ben. nota tespiti için mi geldik buraya. unutmam lazım her şeyi aha şu kapıdan çıktığımda. ya alkol koması ya istiklal!

"saçın yüzüne perde
yüreğim düştü derde
ayak üstü duramam
seni gördüğüm yerde

nesine yar nesine
ölürüm ben sesine
bir daha değerse eğer
nefesim nefesine"

ali: yahu sana kız mı yok! ne takıyorsun bu kadar, manyak adam.
koray: hah işte tam olarak bu noktada bu lafı söylemen için getirdim seni buraya. bana kız mı yok? var mı? nerde?
ali: ne bileyim nerde? ara bul.
koray: söylemeyi biliyorsun ama. sen bulsana. oh paşamın tuzu kuru nasılsa. bir sevgiliden ayrılırsa diğerine uçuyor. hayat ne güzel di mi? ali efendi hazretleri, çok sayın paşazadem. hem artık benim aşkın gibi birini bulma ihtimalim sıfır. kıza otogarda aşık oldum ben oğlum. kaç kişi otogarda aşk başlatır ki. millet gözyaşları içinde otobüslere el sallarken ben aşkın ile tanışıyor, tanışır tanışmaz aşık oluyordum. inekler.
emin: harbiden ya. otogarda aşk başladığında hiç görmemiştim. bir keresinde aşkın'da anlatmıştı bana. seni görür görmez vurulmuş. bayılmış herkesin ayrılık üzüntüsü ile çıktığı kapıdan seninle mutlu ve mesut bir şekilde çıkmaya. anlatmayacak mısın neden ayrıldınız?
koray: çünkü ben bahçıvanım biberim yok, dalyarağım haberim yok güzel kardeşim.
ali: ya bırak. takma kafana. daha güzellerini bulursun.
emin: ali ateşe körükle gidiyorsun.
koray: bırak emin bırak. ne anlar bu aşktan.
ali: aşkın kitabını yazdım ben.
koray: becerdiğin kızların çetelesini tutmak aşk kitabı mı oluyor?
ali: kaç sayfa biliyor musun sen o kitap?
emin: hahahahaha tuğla gibi valla ben gördüm. neyse anlat bakalım neden ayrıldınız?
koray: gülerseniz külahları değişiriz ama.
ali: ben gülerim.
emin: tamam ben gülmeyeceğim söz.
ali: ben emin'in yerine de gülerim.
emin: çenenin bağına kaktırayım senin. la bi sus.

koray garsonun getirdiği rakı şişesini servis yapmasına izin vermeden elinden aldı. kibarca garsona teşekkür edip yolladı. tek tek kadehlere rakı, su ve buz seremonisini çalmaya başladı. bir yandan da konuşuyordu.

koray: ben hayatım boyunca tüm ayrılıklarımda son sözü söyleme başarısına erişemedim. ya telefonda kavga ettik, birbirimizin surarına çarptık avizeleri.
ali: avize değil. ahize, ahize.
koray: ya havle avize kuvvete. sinirlenmeyeceğim, sinirlenmeyeceğim. neyse, ne diyordum amına goyim ya. hah ayrıldığım bütün sevgililerimle ya telefonları çarptık suratımıza yada köşe başlarında bitirip farklı istikametlere yöneldik. lakin bu böyle olmamalıydı. hep son bir söz oturtmak ve ayrıldığım "eski" mertebesine ulaşmış kadına sırtımı dönüp gitmek istedim. avucunda ellerini yakan benim son sözüm ve gözlerinde harikulade bir sırt manzarası ile kalakalsın diye hayal ettim. evine döndüğünde benim geçirdiğim son söz yüzünden uyuyamasın, boğazına takılan ucu kırtıllı ekmek parçası gibi kalsın. o yutmaya çalıştığında boğazını parçalasın ama öyle bir oturtmuş olayım ki yutamasın istedim. oysa olmadı hiç. her ayrılığımın gecesinde yatağıma yatıp ayrıldığımız anı bir film gibi kurgularken buldum kendimi. bu filmde güzel bir şekilde lafı gediğine oturtabiliyordum oysa. hep kendi kendime söz verdim; bundan sonraki yeni sevgiliye ayrılık anında lafı geçirebileceğim, diye. ve yeni sevgili hayatıma girdiğinde gizliden gizliye ayrılık anında ona nasıl o son sözü söyleyeceğimi hesapladığım bile oluyordu. ilişki sırasında bana verdiği kozları, yaptığı saçmalıların hepsini o son güne saklıyordum ve bunlardan oluşturduklarımı kallavi şekilde bir tek cümlelik kokteyl yapıp pat diye suratına yapıştırabileceğimi hayal ediyordum. gel gör ki ayrılık günü çattığında yine dilime kilit vuruluyor ve o istediğim yarayı açacak son sözü söyleyemiyordum. bir gün, ayrılırken son sözü koyabildiğim kadına aşık olabileceğimi düşünüyordum.
ali: manyak lan bu. oğlum çocukluğuna inelim istersen vardır bunun bir nedeni.
emin: harbiden delice ha. aşkın'la ayrılmanıza nasıl etkisi oldu bunun peki. ben anlamadım valla.
koray: orası bombok işte. aşkın'la ilişkim boyunca bunların tek birini bile düşünmedim. tamam dedim, doğru kadın. bırak son sözü geçirmeyi, aklıma bile gelmesi durumunda kıyamıyordum aşkın'a. ve ta ta ta tam. aşkın bana geldi. medenice ayrılmamız gerektiğini, başkasınından hoşlandığını ve bunu söylemenin bile, bana ne kadar değer verdiğini gösterdiğini falan söyledi. siktir olup gitti. ve ben bakırköy'ün ortasında öylece kalakaldım. eve döndüğümde aşkın'a o son anda koyabileceğim sözler kafamın üzerinde dans ediyordu. benimle alay ediyorlardı sanki.
ali: hassiktir başkası varmış ha!
emin: hee.. öyle dedi demek..
koray: nasıl koyamadım son sözü lan. nasıl? benim derdim aşk acısı değil. demek ki değmezmiş der kurtulurum. ama hayalimdeki o son sözü söyleyebileceğim yegane imkanı vermişti bana aşkın..

bir süre sessiz oturdular. koray durmadan önündeki yarı dolu rakı kadeğine bakıyor, tabağındaki peynir parçası ile oynuyordu. ali ve emin koray'ın anlattıklarını düşünüyorlardı. emin çaktırmadan ali'yi espiri yapmaması için uyarmıştı.

ali: biz erkekler neden böyleyiz?
koray: neyleyiz?
ali: oğlum ben hiç sevgilisinden ayrıldıktan sonra arkadaşlarıyla içmeye giden sonrada barda zom olan kız görmedim. şu muhabbete bak. dokunsam zırlayacaksın. kadınlar yapmıyor böyle şeyler.
emin: onların görevi yapmak değil, yaptırmak. misyonları bu. bak şu masalara, ali'nin dediği formatta hatun var mı? yok. neden? o durumdakiler şu an evlerinde en iyi ihtimalle ayrıldıkları aşklarını düşünerek muhteşem yüzyıl falan izliyor. kötü ihtimali söylemiyim kardeşimin canı sıkılır.
koray: neymiş kötü ihtimal.
emin: alıştıra alıştıra söylemek gerekirse hani mankenler diyor ya; kalbim boş, yeni aşklara yelken açtım. o işte. alıştın mı?
koray: ulan yelkeni mi kalmış? ben boynuz yedim diyorum. boynuz.
ali: bak şu masada bi kız var tam hüzün kuşu işte. tut bobi, yakala oğlum.
koray: nerde?
emin: nerde?

kız elindeki kırmızı şaraba doymuş kadehi yavaşça çeviriyordu. "bir sonraki şarkı cehennemin dibine gitsin", diye geçti içinden ve yine içinden güldü düşündüklerine. gözleri dahil yüzünün hiç bir parçası bu gülümsemeye eşlik etmedi. içinde saklandı gülümsemesi. kadehi bir dikişte bitirdi. şarap içini burktu, ürperdi. garsona döndü. garson başka bir masayla ilgileniyordu. bu ilgi ve alakanın bitmesini bekledi. fakat garsonun masa ile olan münasebeti bitmek bilmedi bir türlü. garson masadan başını kaldırdığında elini sallayan kızı görmedi. hayatında en nefret ettiği şeylerden biriydi garson bakışlarını yakalamaya çalışmak. sonunda başka bir garson fark etti kızın bu beyhude çırpınışını. fark edilmenin verdiği rahatlamayla boş kadehi gösterdi, baş parmağını kaldırarak; bir tane daha, işareti yaptı. önüne döndü. çantasından sigara paketini çıkarttı, içinden bir tane aldı ve yaktı. yanan sigara kızdan intikam alırcasına dumanını kızın gözüne soktu, sol gözü sulanıp yanmaya başladı, sinirlendi. "bıktım be, hay barına da, sigarasına da", diye küfür etmeye başladı. sanki koptuğunu noktaydı bu. aldatılmış olmak, okulda başarısız bir dönem geçirmek, bir kaç yıl önce planladığı hiçbir şeyi yapamamış olmak, hepsi sigaranın sinsice gözüne saldırmasını beklemişlerdi şimdi. hem ağlamaktan utandığı için iyi bir sebep olmuştu bu. birkaç damla göz yaşı döktü, suçu ve küfürleri sigaraya atarak.

ali: manyak lan bu kendine kendine konuşuyor.
koray: manyak munyak emin'in tezini çürüttü ya. neymiş kızlarda barda efkar dağıtırmış.
emin: manyaklar sayılmaz. yeşil tuttum cenne şanühü.
ali: koray al buldum işte sana kız.
koray: ya bi siktir git, böle mi olur?
ali: ya nasıl olur? ne yapacaktık başka. paketleyip eve servis sevgilimi istiyorsun. git yanına konuş işte oğlum. sen kısa saçlıları sevmez miydin, al işte. güzel de kızcağız. sor bakalım o da terkedilengillerdenmiymiş?
koray: ya var ya, en gıcık kaptığım şey. asla yapamam. hem ben buraya alkolün vokalinde acı çekmeye geldim, unutmak yalan. hem ne arıyor bu saatte barda kız başına? ben bu günden sonra ciddi ilişki düşünmekteyim. bu kız kendi kendine konuşan bir manyak çok gayri ciddi yani.
emin: sende boynuzlanmışsın o sana bir şey diyor mu?
koray: şereffsiizzz!!!
emin: hehehehe..
ali: bak kalkıp gidecek şimdi. git işte, konuş, yap bir şeyler. en kötü ihtimal hayır der, sende onu bir daha görmezsin. dönersin masaya, sırtını ona çevirip oturur, soz sözü söyleyemediğine yanmaya devam edersin. hem bak bu kız tam son söz söylenecek bir tip. kaçırma.
koray: tamam, tamam yeter ki sus.

kız cebindeki parayla şarap kadehlerinin matematiksel hesabını yapmaya çalışıyordu. üç kadeh daha içebilirdi. kalanı taksi parasına anca yeterdi. saatine baktı, gece yarısını on dakika geçtiğini gördü. hatıralar akrep ile yelkovan arasında gezinirken, saati o adinin armağan ettiğini hatırladı. sonra saatin camında o adinin suratı belirdi. o suratta adi gözlerini, gözlerinde adi yalanını, yalanında diğer kadının yüzünü gördü sırasıyla. midesi bulandı. kaltak, dedi.

şarap, diye düşündü, şaraptan olmalı. saati kolundan sıyırdı. masanın ayakları dibine bıraktı. gözleri doldu. dumandan diye düşündü, dumandan olmalı. sahnedeki grup kısa bir ara verdiğini beyan etti bar ahalisine. aynı anda eski bir rod stewart şarkısı masaların arasına yayıldı. kızın ayakları dibine kadar geldi. saate çarptı ve korkarak kaçtı şarkı. kız zamandan diye düşündü. kesin zaman korkutmuştur şarkıyı. benim yalnızlığımla alakası yok, olamaz. şarkılar zamana yenilir. korkarlar bu yüzden. kesin yani. öyle olmalı.

kız masasına doğru gelen adamı fark etmedi. adam iki masa arasındaki doğrunun yarısına gelene kadar kendinden emin adımlarla yürüyordu. fakat ikinci yarıya geçtiğinde geri dönmeyi düşündü.

"şimdi bu kızla tut ki bir şeyler oldu. ya bu da takarsa boynuzu, ya buna da son sözü söyleyemezsem ve sırt izleyen enayi yine yeni yeniden ben olursam. bok olur, aynı taşa iki kere takılmam ben. nah takılmam. taşlara takılmaktan düz yolu unuttum lan. ulan geri dönsek elemanlar iyice kafa bulacak. niye çıktım ki rakımın kıta sahanlığından. hadi bismillah..."

-merhaba.

kız irkildi. korkmuş gözlerle başında dikilen adama baktı bir saniyeliğine. kendini toparlaması uzun sürmedi.

-ne istiyorsunuz?

"seni... o kadar yalnızım ki. yanına otursam, sadece yanına. sadece konuşsak. sinemadan mesela, boktan filmleri eleştirsek, iyilerinden sahneleri anlatsak birbirimize ama eski sevgili ile hatırası olanlardan uzak dursak. yeni filmler bulsak kendimize. bizim kelimelerimiz gibi vizyona yeni girmiş olsa onlar. sadece senin ve benim."

-bir şey istemiyorum, dedi koray. sadece merhaba demek için geldim ve gidiyorum.

"böylece masama ve rakıma geri dönüp emin ve ali'nin "ne dedi?" sorularına 'siktir git' veya 'eşeğin siki' dedi diyebileceğim."

kız şaşırdı. nereden geldiği belli olmayan bu kumral adamın gitmesini istemedi bir an. başka bir zaman asla söylemeyeceği iki kelime pat diye düştü ağzından koray'nın önüne.

-lütfen oturun.

bu sefer koray şaşırdı. tam arkasını dönüyordu. yanlış anladığını düşündü. bu düşünceyi başından savdı. oturdu.

koray bir bakışta garsonu yakalayıp rakı söyledi. kız, bu nereden geldiği ve neidüğü belirsiz adamın garsonu şıp diye yakalamasından etkilendi. gitar ve bateriden oluşan grup tekrar sahne alana kadar konuşmadılar.grup milattan önceden kalan bir şarkı söylemeye başladı sonra. kız şarap kadehine bakıyor, koray rakısını yudumluyordu. ikisi de yeterli miktarda sarhoştu fakat bunun kendilerine yetmediğini düşünüyorlardı.

-neden geldin? dedi kız. ilk lafa başlayan olmanın verdiği rahatsızlıkla.
-terk edildim, dedi koray.
-üzüldüm, dedi kız kırılgan bir ses tonuyla. gerçekten üzülmüştü.
-yalan söyledim. terk edilmedim... aldatıldım, diye yapıştırdı koray. sanki aldatılmak bir suçtu ve bunu itiraf ediyordu. üstelik aşkın'ın onu aldattığını daha ispatlayabilmiş bile değildi.
-çok üzüldüm, dedi kız. bu sefer yalan söylüyordu. üzülmemişti, kendisi gibi birini bulmanın rastlantısallığına.

"bence yalan söylüyorsun. üzülmedin. sende benim gibisin. sevgiliyi etkilemek için odanın duvarına posterler yapıştırıyor, kitaplarının arasına hüzünlü notlar yazıyorsun. sevgilin şans eseri(!) bu notları görüp etkilenince zafer kazanmışlığını saklayarak boynunu büküyorsun mahzun, mahzun. terk edilince veya aldatılınca ise kadehlere sığınırız. aynıyız seninle. kendimiz gibi birini bulunca üzülmeyiz biz."

-ne düşünüyorsun, dedi kız?
-hayatın boyunca bu soruya 'hiçbir şey' cevabını vermek istedim. hiçbir şey düşünmemek ne kadar harika olurdu di mi?
-haklısın.

koray rakısından ağız dolusu bir yudum aldı. kızın gözlerinin içine baktı.

-sevgiline verdiğin kitapların arasına küçük notlar yazar mısın? dedi.
kızın yüzü önüne düştü. sevgilisi daha yeni, eski sevgili pozisyonuna düşmüştü. bunun sancıları için buradaydı zaten. aklına kitap aralarına yazdığı küçük notlar geldi.
-bu kötü bir şey mi?

gülümsedi koray. ne kastetmek istediği anlamıştı kız.

-sana ne oldu? neden sarhoşsun? dedi koray.
-terk edildim.
-aldatıldın yani, dedi gizli bir sevinçle.
-kesinlikle.

"ilk kez gülümsedin. gözlerin ilk kez parladı. bunun sebebi aldatılmış olmamız mı? eğer aldatılmasaydık, sevgililerimiz başkalarıyla sevişmemiş olsaydı sen şu an gülümsemiyor olacaktın. vay be hayata bak."

koray, emin ve ali'yi unuttu, kız da masanın dibinde şarkıları kovalayan saatini. zamanı silerek durmadan konuştular, kelimeleri bateristin olmayan notalarına karıştı. bar sahibi hiç içki içmedi, badigartsonlar zam istemedi. barda sevgilerini aldatan başka insanların olduğu gerçeğini hiç biri düşünmedi. koray kızın ismini sormadı, kız ismini söylemek istediğini hissettirmedi. alkolün vokal yaptığı bir cumartesi gecesiydi sadece. gitarist söyleyecekleri son şarkıyı anons ederken koray ve kız dışarı çıkmış, barın kapısında dikiliyordu. kar yağmaya başlamıştı. bahardaki polenler gibi uçuşuyordu kar taneleri. kız daha adını bile bilmeyen adama baktı, gülümsedi. gözleri dahil yüzünün tüm hatları eşlik etti bu gülümsemeye.

-üşüdün mü? dedi koray koruyucu bir ses tonuyla.
-hayır üşümedim. biliyor musun bu gün benim doğum günüm ve sen bana doğum günü hediyesi olmalısın..

koray kızın elini tuttu. kız koray'ın parmaklarına parmaklarını doladı. barda son şarkı çalıyordu...

"bir ben miyim bu kadar az
bu yoksulluktur
ne haram yedim ne eğildim
bu yalnızlıktır
ya çok sevdim unutuldum
ya birinde çok şey buldum
bir gecede aşka durdum
ağlama gönlüm
gönlüm ağlama
insan diyorlar aslıma
aslımız topraktır
bu gönül bir aşktan anlar
ömrüm bir seraptır
ne doğruyum ne de eğri
yaşadiğım nerden belli
bu garipliğim az şey mi
ağlama gönlüm
gönlüm ağlama"

emin: oha gitmişler ya bunlar.
ali: görmedin mi? az önce kalktılar. hesabı da bizim mal ödedi.
emin: hacı ben sana bir şey diyeceğim ama nasıl desem bilmiyorum.
ali: paran yok di mi? bana kitlicen sen de hesabı. ben geceyi geçireceğim bırak geceyi direk geçireceğim hatundan başkasının hesabını ödemem aga. git bulaşık yıka.
emin: aşkın'ın yeni sevgilisi benim. koray'ı benimle aldatıyor.
ali : ... ne?.. senin ben cibilliyetini sikeyim orospu çocuğu!!!

bar sahibi: laaaan.. mustafa laaaan!!! atın şu pezevenkleri dışarı. ulan yine kavga çıktı amına koyayim ya. siktiniz lan barımı. bir cumartesi kavga çıkmasın. mustafa!!... durun lan.. atmayın lan. alın şunları arkaya bağlayın piçleri geliyorum ben!!
Devamını Oku »

14 Aralık 2015 Pazartesi

Erdem Kürsüleri Üzerine



Uyku ve erdem üstüne pek güzel konuşan bir bilgeyi övdüler Zerdüşt'e. Kendisi bu yüzden çok saygı görür, el üstünde tutulurmuş, bütün gençler de kürsüsünün önünde otururlarmış. Ona gitti Zerdüşt ve bütün gençlerle birlikte, kürsüsünün önüne oturdu ve şöyle buyurdu bilge:

Saygı ve utanç duymalı uykunun karşısında! İşin başı budur! Ve kötü uyuyanların ve geceleri uyanık duranların yolundan çekilin!
Hırsız dahi utanç duyar uykunun karşısında:Hep geceleyin sessizce çalar. Utanmaz ama gece bekçisi, utanmadan taşır düdüğünü..
Öyle kolay bir sanat değildir uyumak onun uğruna bütün gün uyanık durmak gerekir.

Günde on kez altetmelisin kendini; bu iyi bir yorgunluk verir ve canın afyonudur.
On kez yine barışmalısın kendinle çünkü altetme acıdır ve kötü uyur barışmayan.
On gerçek bulmalısın günde yoksa gece de ararsın gerçeği ve canın aç kalır.
On kez gülmelisin günde, yoksa gece de ararsın gerçeği ve canın aç kalır.
On kez gülmelisin günde ve sevinmelisin yoksa miden, o dert babası, gece seni tedirgin eder.
Bunu bile azdır. İyi uyumak için kişide bütün erdemlerin bulunması gerekir. Yalan yere tanıklık mı edeceğim? Zina mı edeceğim? Bütün bunlar uykuya iyi gelmez.
Ve kişide bütün erdemler olsa bile bilmesi gereken bir şey daha vardır:Erdemlerin kendilerini de tam vaktinde uykuya yollamak.

Tanrıyla ve komşuyla barış, bunu ister iyi uyku. Ve komşunun şeytanıyla bile barış! Yoksa geceleri tebelleş olur sana.
Yetkililere saygı ve boyun eğiş, çarpık yetkililere dahi!Böyle ister iyi uyku. Çarpık bacaklar üstüne yürümek istiyorsa güç, benim elimden ne gelir?
Her kim koyununu en yeşil otlağa *ürürse, ben ona her zaman iyi çoban derim; bu bağdaşır iyi uykuyla.
Ne çok şerefim olsun isterim, ne de çok hazinem; ama iyi bir adın ve küçük bir hazinen olmazsa iyi uyunmaz.
Bence küçük bir topluluk kötü bir topluluktan yeğdir. Tam vaktinde gelip gitsinler de. Bu bağdaşır iyi uykuyla.

Çok hoşuma gider ruh yoksulları da bunlar uykuyu ilerletirler. Mutludurlar, hele kendilerine her zaman hak verilirse.
Böyle geçer erdemlilerin günü. Gece olunca uykuyu çağırmaktan sakınırım! Çağrılmak istemez o, uyku, erdemler hakanı!
Ama gündüzün ne yaptığımı ve ne düşündüğümü düşünürüm. Böyle, inek gib sabırlı, geviş getirirken kendime sorarım, senin on yengin nelerdi?
Ve gönlümü gönendiren on barışma ve on gerçek ve on gülüş nelerdi?
Ben bunları düşünür, kırk düşüncenin beşiğinde sallanırken, birden bastırır beni uyku, o çağrılmayan, erdemler hakanı.
...
Zerdüşt bilgenin bu dediklerini işitince için için güldü. Çünkü içine bir ışık doğmuştu. Ve şöyle dedi gönlüne:
Bence soytarının biri bu kırk düşünceli bilge: ama uyumayı iyi biliyor sanırım.
Ne mutlu bu bilgeye yakın duranlara! Böylesi uyku bulaşıcıdır, kalın bir duvardan bile geçer.
Kürsüsünde dahi büyü var. Gençlerin, bu erdem vaizinin önünde oturmaları boşuna değilmiş.

Onun bilgeliği şu: İyi uyumak için uyanık durmak. Gerçek, hayatın anlamı olmasaydı ve ben anlamsızı seçmek zorunda kalsaydım, bence de en seçilesi anlamsızlık olurdu bu.
Eskiden erdem öğreticileri aranırken, en çok neyin arandığını iyice anlıyorum şimdi. İyi uykuydu aranan ve afyon erdemler bu uyku için!
Bütün bu övülmüş kürsü bilgelerinin bilgeliği düşsüz uykuydu: Onlar hayat için daha üstün bir anlam tanımazlardı.
Bugün de bu erdem vaizi gibi olanlar var, her zaman bu kadar dürüst değiller: ama onların çağı geçti. Daha fazla ayakta kalamazlar artık: İşte yatmışlardır bile.
Mutludur bu uykulu kişiler: Çünkü çok geçmeden dalacaklardır.

Böyle buyurdu Zerdüşt.

Devamını Oku »

12 Aralık 2015 Cumartesi

Değer verdim...


Hatalar umrumda değildi, hatasız insan yoktu çünkü.
Herkes maviyi severken ben siyahı sevebildim.
 Herkes yazmayı seçerken ben üstü-
nü karaladım.
Kendi doğrularım vardı, bu doğruları da kimse değiştiremezdi, değiştiremedi de.
Hala benim doğrularım size göre yanlış. Belki de sizin doğrularınız benim yanlışlarım.
Her zaman benim kararlarım önemliydi, diğerleri sadece bir kaç kelime olarak geldi geçti kulağımdan.
Ama herkes farklı yargıladı farklı değerlendirdi, benim ne düşündüğüm umrunda değildi kimsenin.
Ve durum öyle karmakarışık bir hal aldı ki bir kemiği bırakın aynı yerinden ikinci kez kırmayı, tuz buz ettiler.
Şimdi baksınlar bir de böyle görsünler halimi, ne haldeyim şahit olsunlar.
Ha bide derdinden tasasından pay çıkartıp ben şöyle böyle yazıyorum diyenler 'prim için düşecekse yazı ve şiir sokaklara, bırakın biz evlerde yazmaya devam ederiz.'

Devamını Oku »

7 Aralık 2015 Pazartesi

Eski yazılarım arasında bulduğum bir kağıt parçası



Benim artık kuracak bir hikayem yok. Aslında öldüm ama itiraz ediyorum. Uğraşıyorum işte rastgele eskimiş kelimelerle. İtirazım ne kadar daha devam eder hiç bilmiyorum. Kendi mezarıma selam durmak yordu beni. Kanayan bir sürü yarama boşver kanasın diyorum, kanasın ki selam durmayım artık mezarıma. Yeni bir hayal kurabilir miyim? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey artık çok yoruldum. Sorma… Sorma artık nasılsın diye iyiyim diye yalan söylemekten bıktım. Zamanla bende alıştım bu hale. Öyle bir alıştım ki yalnızlığa, hayatıma girmeye çalışan kadınlara acıyorum. Gece gündüz yok hayatımda artık zamanı da karıştırdım hangi yıldayım? Hangi zamandayım? Neredeyim? Ve saat kaç?... Hiç bilmiyorum. Biliyorum ki her şey bir gün biter. Ben, sen, o, biz, alkol, sigara her şey yok olacak. Zaman bile bir gün eriyip gidecek. Bu dünya bitmek için var. Her yeni başlangıç bitecek bir gün. Hem en sevdiğin şarkı bile biterken bana neyin başlamasından bahsedebilirsin ki? Her yeni gün gecesine bitecek. Ve her gece yeni bir ışığa doğru doğarken kendi ölümünü hazırlayacak. Kelimelerin  başlayıp bittiği gibi bir gün bende biterim, bana hoşçakal dediğin gün gibi...

       Mertcan ÇELİK
Devamını Oku »

4 Aralık 2015 Cuma

Moonlight sonata' nın ortaya birden bire çıkışı



”Bir gün Beethoven, bir arkadaşı ile birlikte viyana sokaklarında dolaşmaktadır. tam bu sırada bir apartmandan piyano sesi geldiğini duyar ve kafasını kaldırıp bakar. apartmanın ikinci katındaki cam açıktır ve ses oradan gelmektedir. arkadaşına, çalan kişinin muhteşem çaldığını ve onu görmesi gerektiğini söyler. ikisi birlikte ikinci kata çıkıp kapıyı çalarlar. kapıyı açan kadın, Beethoven’ı hemen tanır ve şok olur. Beethoven, piyano sesine geldiğini ve muhakkak çalan kişiyi görmek istediğini söyler. kadın, piyanoyu çalanın kızı olduğunu ve tanışmaktan mutlu olacağını belirterek onları içeri alır. Beethoven, piyano çalan kızın olduğu odaya girer. annesi kıza, Beethoven’ın geldiğini söyler ve kız çok heyecanlanır, hemen ayağa kalkar, fakat kız kördür. bunu gören Beethoven, “lütfen benden birşey isteyin” der, maddi bir şey isteyeceklerini düşünerek. kızın cevabı şu olur; “ben hiç ayışığı görmedim, bana ayışığını anlatır mısınız?” Bunun üzerine Beethoven piyanonun başına geçerek, ayışığı sonatını, doğaçlama olarak besteler.”

Ve en sevdiğimdir...
Devamını Oku »

30 Kasım 2015 Pazartesi

Yeraltı-1

' Ben hasta bir insanım. İçi öfkeyle dolu, çekilmez bir insanım ben. Öyle sanıyorum ki karaciğerimde bir sorun var. Aslına bakarsak hastalığımın ne olduğunu bilmiyorum. Tıp bilimine ve doktorlara çok büyük saygı duyduğum halde tedavi olmak için kılımı bile kıpırdatmıyorum. Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boş inançlarım da var. (Çok iyi bir öğrenim gördüm; boş inançlarımın olmaması gerekir ama ne yapayım, inanıyorum işte.) Yalnızca inadım yüzünden tedavi olmak istemiyorum. Sanıyorum siz bunun neden olduğunu anlayamazsınız. Ama ben çok iyi anlıyorum. Bendeki huysuzluğun kimin canına okuyacağını söylemeyeceğim elbette. Bunu ben de bilmiyorum ki. Ama tedaviden kaçarak doktorlara bir kötülük yapmadığımı, kötülüğü yalnızca kendime yaptığımı çok iyi biliyorum. Bildiğim halde, sırf inadım yüzünden tedavi görmüyorum işte. Karaciğerim fenal halde ağrıyor, varsın daha kötü ağrısın! '

Yeraltından Notlar    -  Dostoyevski
Devamını Oku »

28 Kasım 2015 Cumartesi

Eskilerden yazdığım daha doğrusu saçmaladığım bir kaç satır işte.


Gururu hiçe saymak, kimin için? ne için? seviyorsun eyvallah.. her ayrılığınızda seni istemiyorum, her seferinde kapı orada sözcüklerini işitiyorsun. kalkıp gitmekle kalmak arasında araftasın. gururun kalk diyor, sevgin kal. ne bok yiyeceğini bilmiyorsun. kalkıp gitsen dönüşü yok, kalsan kendine yediremezsin. istenmediğin yerde durmazsın sen. emir almazsın. emirleri yerine getirmezsin. sen hatayı numaranı değiştirerek yaptın. değişmeyeceksin. o seni kabul ediyorsa öyle etsin. başkasına benzetmeye çalışmakla uğraşmasaydı. belki başkasının yerine koydu seni. onu hayal ederek yaşadı her şeyi onun gibi olmanı istedi. belki bu yüzden değiş dedi sana. beynin de milyonlarca kelimelik hazinen de hep aynı söze takılı kalmış plak gibi hep aynı eylem cümlesi ''kapı orada!''... düşünmemeye uğraşıyorsun ama nafile... aldığın her nefeste her göz kırpışında düşünüyorsun o hareketleri, söyleyişini, ses tonunu... aynı kareyi binlerce kez yaşıyorsun belki daha da fazla... beynine kurşun yemiş gibi dönüp duruyor aynı sahne her ''kapı orada!'' sözünde bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha beyninden vuruluyorsun...

                                                                       Mertcan ÇELİK.
Devamını Oku »

27 Kasım 2015 Cuma

CEMAL SÜREYYA'NIN SOYADINDAKİ "Y" HARFİNİN YOK OLUŞ HİKAYESİ



Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir sözcük. Barışa, aşka dayatmaya dönük…
“Elma” şiirinde, adındaki “Y” harflerinden birini attığını ilan eder. Nedeni, kendi anlatımına göre, arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine girdiği iddiayı kaybetmesidir. Söz konusu telefon numarası, Üvercinka’nın…
Cemal Süreya, “O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona dedim ki, eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince, ismimde harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.” der.


BİR BAŞKA VERSİYONU İSE ŞÖYLE
Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üniversitede sınıf arkadaşıdır ve sınıflarında 'Muazzez Akkaya' isminde bir de kız varmış. İkisi de bu kızı gizliden gizliye severlermiş. Sınıfta gün boyu aynı kıza duydukları ilgiyi birbirlerine anlatırlarmış. Hatta Muazzez'e yazdıkları şiirleri birbirlerine okurlarmış. Sonra bu aşk, zamanla kızışmış ve birbirlerine 'ben elde ederim, sen edersin' derken 'kim elde edecek?' diye iddiaya tutuşmuşlar. Kaybeden büyük bir bedel ödeyecek demişler. Ve bu bedel ömrü boyunca üzerinde kalacak. Bedene fiziksel bir zarar olmayacak diye de karar kılmışlar. Ve sonunda adını değiştirmeye gelmiş olay.

Cemal Sürey(y)a kazanırsa ;Sezai Karakoç'un soyadı 'Karkoç' olacak.
Sezai Karakoç Kazanırsa ; CemaL Süreyya'nın soyadı 'Süreya' olacak.
Tahmin ettiğiniz gibi kızı Sezai Karakoç elde eder ve onunla çıkmaya başlar. Cemal Süreyya da gidip tek 'Y' harfini attırır soyadından... İşte Süreyya'dan Süreya'ya geçiş dönemi böyle olmuştur.
Peki sonrasında ne oldu?
Muazzez Akkaya Sezai Karakoç'un kendisi ile bir iddia sonucu çıktığını öğrenir. Biraz da sorunları olan Muazzez bunu kaldıramaz ve okulu bırakıp ve memleketi olan Geyve'ye gider. Sezai Karakoç bu duruma çok üzülür ve Muazzez Akkaya'ya ithafen Mona Rosa'yı yazar. Şair Karakoç,1950 yılında Mülkiye'de öğrenci iken yazmıştır ancak 2002 yılına kadar yayımlanmamıştır.
Devamını Oku »

26 Kasım 2015 Perşembe

Cemal Süreya'ya





 

Bir Adam ve Bir Şapka ...
Meyhaneden çıkmıştı adam. Demlendik arkadaş diyordu sözde ikizi Suphi'ye. Demlenmedik mi söyle? Kaç yıldır demlendik sööyle!
Bize soracak olursanız demlenmişten de öte bir hali vardı ya neyse. Biz hikayemize bakalım.
Rıhtımda karşılaşmışlardı tam tramvaya binerken. "Utanmaz adama bak sen!" demişti. "Şurada sıra varkene, iki adımlık yol için beni iteliyor deyyus..." Şöyle burun köküne yasladığı yakın gözlüklerinin üzerinden adama dik dik bakmaya niyetlenmişti gazetesini katlarken ve elbette en korkunç bakışlarını da atmıştı herifçioğluna...
Sokakta yakın gözlüğünün de ne işi var demeyin. Bizim kahramanımız duraklarda, metrolarda ve vapurlarda okuyanlar takımındandır.
Bi tarftan da "adam ol beyefendi adam " mı dese m' lere basa basa? Yoksa "Höşşt, höşşt" mü dese? "Aaa Suphi bu!" demişti görüverince misket irisi yeşil gözlerini arkadaşının. Yazık ki ne yazık, bukleli saçları dökülmüş ya, kendisine bal kabağı gibi bir kafanın içinden de baksa Suphi'nin gözlerini nerede görse şıp diye tanırdı.
Mutlu olmuştu rastlamakla Suphi'ye. Kırk dört yıldan sonra ilk kez, ilk kez şeytana uyuvermişti. Meyhane kim, kendisi kim? Suphi teklif etmese, adım atarmıydı meyhaneden içeri a sevgili karıcığı?
Eve gidince anlatacağı bahaneleri böylesine bir mitik öykü düzeninde kurmalıydı. Epope mi denirdi, hay Allah hatırlayamıyor. Unutmadan arkadaşının adı da değişik olmalı. Suphi derse inanır mı karısı? Aptal mı ki inansın? Kırk yılda bir karşılaştığı, evet evet sözün gerçeği tam da kırk dört olacak, arkadaşı da adaşı mı olurdu insanın behey sersem. Hem köylüsü de olmasın bu arkadaş! Sonra bi sürü hikaye daha uydurmak zorunda kalabilir, inandırıcılık adına. Mitosların bu denli kişisel geyikler için kullanılmasına da karşıdır ya aslında. En iyisi üniversiteden bi arkadaş bulmalı, belki de liseden olmalı. Ummaktadır ki daha eskilerden, kişisel tarihinin sararmış da dokundukça unufak olan sayfalarından çıkıp geliveren bir kişi hakkında fazlaca soru sormaz karıcığı.
Yıllar yılı kalıp gibi taşıdığı kravatı gevşemiş, kırk yıldır şef garsonlar belki de rahipler gibi boynuna kadar ilikli gezdiği gömleğinin üst düğmelerinin açık aralığından beyazlaşmış kırçıl kılları fışkıran göğsündeki ateş, rüzgarın esintisiyle bir mangalda çıtırdayarak yanan kömürler gibi közlenirken, etekleri iki yanına savrularak dizlerine vuran kalın paltosunun ağırlığı altında, boşalmaya hazır bozuk bir palanganın makaralarında sallanan hantal bedenini zorlukla dengeleyen romatizmalı dizleri, her an çözüleceğinin sinyallerini vererek, tehlikeyi önceden muştuluyan paslı bir tersane gereci gibi acılı gıcırtılar çıkarırken, yalpalaya yalpalaya yürüyordu. O sırada Zeus'un nefesi kadar güçlü sert bir Lodos esintisi, önce lacivert paltosunun eteklerini iyice havalandırdı, daha sonra boynunda bir dana dalağı gibi sallanan kırmızı kravatını savurdu yüzüne. En sonunda da başındaki fötr şapkasını aldı adamın. Yüzüne şak şak diye vurarak çekilirken yanaklarında ve dudaklarında iç gıcıklayıcı bir dokunuş bırakan, akrilik saten karışımı kravatla oynaşırken lacivert fötr şapkasının da havalanıp kendisini terk ettiğini hiç fark edemedi adamcağız. Şapka havalandığında adam eskiden Migros olan büyük kitapçı dükkanının önündeydi, Kumluk'ta köşede. Tam da babam mezarından kalksa, burlara gelse acaba bu Şehr-i İstanbul'u tanır mı, tanımaz mı gibisinden sarhoş hezeyanı sayılmasa bile tuhaf ve gerçek dışı, ölümlülerle ölüleri buluşturan oldukça da keyifli bir felsefenin derinliklerine kaptırmış giderken, bu arada rahmetlinin mezar yerinin nerede olduğu konusunda açtığı tek kişilik Zeytinburnu- Karacaahmet münazarası da belleğinin arka planında kendiliğinden sürerken, kim fark edecek fötr şapkanın uçtuğunu?
Şapka önce anaforla, kafesinden özgürlüğe uçan bir kağıttan kuş gibi yükseldi. Hanın üçüncü katının boş pencerelerinde, sanki nereye gideceğini bilemediği bahanesi ile önünden geçtiği evleri dikizleyen röntgenciymiş ya da bir uzaktan kumandalı oyuncak uçan daire gibi şöyle bir ileri bir geri salınarak aylakça oyalandıktan sonra, aniden pike yaparak alçaldığı yer seviyesinden bir metre yetmiş altı santimetre irtfayı sabit olarak koruyarak , sanki görünmez bir kafanın üzerinde yol alıkoyormuşçasına sular idaresine doğru, sol kaldırımdan Akdenizli'nin meyhanesinin önünden uçarak geçti lacivert fötr. O sırada sevgilisi çok önemli iş sms leri ile uğraştığı için, çay içerken oyalanmak amacıyla naylon camekanın arkasından tırnak etlerini yiyerek sıkıntıyla dışarıyı, gelen geçeni ve iri yağmur damlalarını seyretmekte olan buğday tenli Sevda ki muhtemelen arap kızıydı, sevgilisini dürtükleyerek "Bak, çabuk bak Tayfun!" dedi heyecanla.
"Başsız bi adam geçiyor sanki, çabuk bak!"
Cep telefonunda kırıştırmakta olduğu diğer bebeğe yazdığı mesajdan kafasını kaldırmadan "Hıı, Başsız adam mı dedin Leylacım hani nerede tatlım ?" diye soran Tayfun, daha ne olduğunu anlayamadan gözünde çakan yıldızları sayıyorken, bizim lacivert fötr şapka yolun başındaki çitlembik ağacının gölgeleri arasında gözden yitip gidivermişti.
Ağaca otuz santimetre kala, fötr şapka sanki kilitlendiği avı yön değiştirmiş bir avcı gibi aniden sağa atak yaptı. Müzik kursları verilen sarı binanın yanından ve otopark bekçisinin kafası üzerinden teğetleme geçerek, kapıları pencereleri kalın kalaslarla çivilenmiş belki de yeni sahiplerinin miras kavgasına dalıp unuttuğu eski hüzünlü binanın giriş basamaklarında oturup, plastik şaşal şişelerden tiner çekerek kafa bulan hırpani gençleri bile güldürerek, İmge Kitapçısının vitrini önünden, sanki kitap okumayı çok seven ancak vakti de olmadığı için yavaşlayan bir kafanın üstünde geziyormuşçasına uçmaya devam etti. Yıl sonu sayımı için kitapçı dükkanında, alt kattaki kitaplarla haşır neşir olan kızcağız, gözü vitrine doğru kayıp da başsız bir şapkanın oradan öylece kendine bakarak yavaş yavaş ilerlediğini görünce bunun, metruk evin basamaklarını mekan tutmuş tinerci çocukların son saldırı stratejilerinden biri olduğuna karar vererek, kilitli kapıya rağmen, korku içinde yukarı asma kata attı kendini arkadaşlarının yanına.
Şapka öylece yoluna devam ederken, adamımız kararsız kalmıştı. Sular idaresine doğru gitse iki adım sonra evde olacaktı ya canı eve gitmeyi istemiyordu ilk defa, kırk yılda bir dedik ya...
Her taraf ıslanmış, vitrinlerde yanan minik süs lambalarının, eğri büğrü kaldırımda ve delikli asfalt yolda oluşan irili ufaklı binlerce yağmur göletinde yansımasıyla, yüksek yaylalardaki yaz gecelerinin göğündeki tüm yıldızlar, oraya, yere, ayaklarının altına yağmış duygusuna kapıldı.
Lodos da aniden kesilmişti yoksa şu ileride yapılamakta olan gökdelen inşaatı mı kesmişti yeli anlayamadı. Yahu galiba şu "Fenerini Kap da Gel!" diye Moda Burnundaki Mızraklı Kapının önünde, bir manga tam techizatlı polise karşı gitarları ile müzik yapan gençlerin hakkı vardı, dairedeki arkadaşının da. Her şey bir bir buharlaşıyordu, haklar, özgürlükler ve güzelim tarihi konaklar... Bu her an deprem beklenen kentte, tam da dolgu deniz kıyısında bilmem kaç katlı otelin işi ne ? Henüz inşaat aşamasındayken, havaalanı terminali gibi şakır şakır yanan ışıkları da binayı protesto edenlere sempatik gösterme çabalarının bir sonucu mu? Yıldızların çoğu aslında o binanın ışıklarından düşmüştü oradaki gölcüklere. Belki de otel değildi gördüğü de Samanyolu Gökadası bu önemli gecenin yüzü suyu hürmetine ayağına kadar inivermişti. Daha mantıklıydı yahu! Yakında merkeziyle, bankasıyla önemli bir dükalığa dönüşecek olan bu kentin uzay ötesi ziyaretçilerine tahsis edilen giriş kapısı olabilir mi bu yüksek bina? Neden olmasın yani? Tam da Hadesliler Tüpü'nün çıkışına inşa edilmesinde bir hikmet olmalı. Şimdi moderen çağda yaşamıyor muyuz? Eskidenmiş o çöllerde möllerde inermiş geyikler, koçlar ve kitaplar. Kaç kitap var tek tanrılı ve her birinin tanrısını diğeri sallamadığına göre aslında "modern denilen çağda kaç tane tek tanrı var ?" münazarası da arka planda bellekten data toplamaya başlamıştı çoktan. Sürprizlere fantastik olaylara hiç inanmasa da bu sıkıntılı günün gecesinde, bekliyordu ki bir sürpriz daha olsun. Köpüklerden doğan altın saçlı Tanrıça Afrodit çıkıverse karşısına, ona sarılırken, beyaz yumuşacık tenini duyumsarken teninde, kımıl kımıl karıncalanarak yanan göğsünde, kıravat yerine rüzgârda uçuşan altın saçları dövse yüzünü, böylesi bir sürpriz yaşatıverse tanrısı ah bir yaşatıverse, ne iyi olacak!
Yıldızlar kıyamet gibi kaldırımlarda,
Yıldızlar kıyamet gibi sevgilim bak hepsi,
Senin için indirdim yere
haydi bi kere, ne olur bi kere
sevdiğini söylesene.
kırk dördüncü yıldan sonra
bu gece,
gelsene.
altın saçlarını ,
bağrıma sersene...
Başını kaldırıp düşmemiş yıldız kaldı mı diye gökyüzüne baktı, düşen yıldızlardan kalan pembe boşluğa gülümserken, metruk apartmanın en üst katında perde aralığından kendisine bakan o cıbıl beyaz tenli kadını gördü, camı açmış. Afrodit mi gelmiş ne...
Bağırmasa olmazdı:
Kibilir kimin karısısınız, sevgili bayan.
Yıldızlar kıyamet gibi kaldırımlarda .
Kimbilir kimin karısısınız ama bakın yıldızlar kıyamet gibi kaldırımda,
haydi siz de gelin yanımda...
Tuhaf bir şey oldu o anda. Gözüne camda ilişen kolları süt beyazı kadın, mermer beyazı değil ha çatlaklı mermerden nefret eder, sonuna kadar beyaz kadın, beyaz tenli, altın saçlı kadın elini uzatıverse kollarına dokunuverecek, sıkıverecek kadar yakınındaydı. Elini uzattı ama süt beyazı kadın da paten giymiş bir genç kız kadar kıvrak bir reveransla, hızının yeliyle altın saçlarını savruraraktan uzaklaşıverdi, uzun upuzun leylak moru köpüksü giysisisinin şeffaf etekleri kıyıdaki kayalıklarda uçuşurken.
Kaçmayın güzelim diye seslendi adam ardından. Köpükten geldiniz yine köpük olmaya koşmayın. Köpüksü geceliği ile ne kadar da Afroditsel yoksa gerçek Afrodit miydi bu?
Kimin karısı olduğunuzun ne önemi var?
Neden kaçıyorsunuz benden,
Yoksa hatıralar mı kaçırdıklarınız
yoksa yıldızlarımı mı çaldınız
zaten size indirdiğim..
bilseydiniz yine de
çalar mıydınız?
Gerçekten de sokağın o bölümünde kadının pırıltılı şeffaf köpüksü geceliğinden başka parıldayan hiç bir nesne yoktu. Anlayacağınız zifiri karanlıktı yolun sonu. Öyle tünelin ucunda aydınlıklar filan da ancak romanlarda olur, bilmez misiniz?
Kimbilir kimin karısı şimdi de yıldızları çalmış. Olur mu? Herşey olur. Tanrıça bile. Herkes çalar. Tanrılar da. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse, büyükler daha iyi çalar.
Şimdi kulaklarında çalgılar...
Karanlıkta başı dönüyor adamın, belki de çalanlardan. Işıksız ve yıldızsız bir direk aradı tutunmak için. Ne kadar ışıksızsa o kadar sağlam olur en azından çalınmaz, koparılmaz yıldız avcılarınca yerinden.
Bulut gibiydi bulut. Biraz soluklanmak isteyen bir bulut. Kırk dört yıllık bir bulut adam.
Bu incecik gecelikle sen üşümüyor musun sokaklarda. Üstelik yıldızlara basarken kayıp düşceksin güzelim. Belki de ayaklarını kesecek yıldızların sivri uçları. Kanayacak tabanların ve ak bileklerin, belki de düşeceksin ve kolların da çizilecek, köpüklere dönemeden.
Bekle beni bebeğim, beni bekle .
Sevdiği ak tenli kadın kimbilir kimin kadını
önüsıra koşuyordu yarıçıplak.
Adam bulut gibi sarhoş ve bulut kadar hafiflemiş
kadın, hatta ipek bir yelken gibi kayıyordu havada
şeffaf leylak moru köpüksü giysisini de saymazsak
çırılçıplak.
aman allahım dedi adam aman allahım!
Göğsü karıncalaşarak...
"Bu kadın Afrodit ve çırılçıplak!"
Kadının sert baldırlarını, biçimli silüetini, ıslak saman rengine dönüşmüş altın saçlarını görüverince, bulut gibiydi, plasmaya dönüştü, iyonlaştı adamcık.
Önüsıra uçarak uzaklaşan leylak gecelikli kadına kilitlenmiş bir skut füzesi gibi sağa sola aldırmadan, düşe kalka, Moda'ya doğru çıkan tramvay yollu caddede, koşturuyordu şimdi.
Fötr şapka ile kadın da sahildeki kırmızı şeritli koşu yoluna varmışlardı şimdi birlikte İnciburnu'na doğru ve ardlarında dili dışarıda, gömlek düğmeleri göbeğine kadar çözülmüş, kırmızı karavatı yüzünden olsa gerek yoksa meyhanedeki kokoriç kokusundan mı, köpek ordusu tarafından kuşatılıp kovalanan bir adam koşuyordu şapkasız ve tıknefes.
Şapkasız olduğunu bilmeyen bir adam.
Şapkasını kaybettiğini fark etmeyen adam.
Kendi şapkasını tanımayan bir adam.
Şapka yerine karısı sözcüğünü koysanız değişir mi anlamı?
Aslında iki sokak ötede ak tenli bir kadın bekliyordu ardına kadar açık camda gece boyu titreyerek,ve beyaz bembeyaz damarlı mermer beyazı kolları vardı kar taneciklerinin çarpıp eridiği, leylak moru köpük geceliklere bürünmüş bir kadın ki saçları ıslak saman rengiydi kaygılı gözleri kadar.
Lodos Karayel'e çevirmeye başlayınca mevsimin ilk karı düştü o gece İnciburnu'na gökten yağan erik çiçekleri gibi. Yıldızların hepsi beyaz çiçek çuvallarına saklandı o gece, hep yaşanası arzuların, dileklerin tıkıldığı kardan, buzdan çuvallara.
Sabah Kadıköy Kız Lisesi öğrencileri kartopu oynamaya çıktıklarında sahilde taşların arasında yatan lacivert paltolu adamı buldular. Şapkası da adamın yanında eliyle uzanmasına bir karış uzaklıkta karlara karışmıştı. Ceplerine baktı bekçi Adem.
Kaymaklı kağıttan gösterişli bir zarfa konmuş mektubu buldu, bir de küçük bir tanrıca heykelciği alçıdan yapılmış, sarılmış yaldızlı kağıtlara.
"Oku Adem abi oku!" diye bağırdı kızlar heykelciğe aldırmadan, aralarında Sevda öğretmen de vardı.
Muzip bir kız bağırdı:
“Bu da Ergenekonculardan olmasın sakın!”
Bekçi Adem en hüzünlü sesiyle hecelemeye başladı:
Bay Suphi Noktanokta
Müessesemize 34 yıl boyunca yaptığınız bunca çalışma için size en derin şükranlarımızla bu teşekkür belgesini sunuyoruz.
Tam da eşinizle kırk dördüncü evlilik yıl dönümüne rastlaması günün anlam ve önemini katmerliyor.Size ve sevgili eşinize mutluluklar diliyoruz. Ekteki küçük mitolojik heykel çalışma ve özverinizin bir nişanesi olarak inanıyoruz ki her zaman kitaplığınızın mutena bi köşesinde duracaktır.
Büyük buhranın öngördüğü yeni yapılanma nedeni ile gelecek yıl birlikte olamayacağımızı üzülerek belirtiyoruz. En derin saygılarımızla. Yönetim Kurulu adına ...
Sevda öğretmen birden şapkayı anımsadı, dün gece gördüğü o başsız şapkayı ve mektuptaki o iki cümleye aradaki italikleri ekleyiverdi hayal gücünün hüzünlü Lodoslarından esen.

ezgi umut 8. 1 2009 Kadıköy
Devamını Oku »

Ve Dağlar Yankılandı - Halit Hüseyni




Hangi oyuncaklar doldurabilirdi sevdiklerimizin yerini…

Ve Dağlar Yankılandı - Halit Hüseyni
Devamını Oku »

Uçurtma Avcısı



Son zamanlarda okuduğum ve bende iz bırakan nadir kitaplardan biri. Uçurtma Avcısı;insanın karanlık bir odada garip sesler gelen ürkütücü bir dolabı açması kadar ürpertici dokunuşları olan Afganlı yazar Halit Hüseyin'in ilk romanı.Yazar o dolabı projektörlerle aydınlatmaktan, gerçeği acımasızca göstermekten,okurun uykularını kaçırmaktan çekinmiyor. Ve etkileyici bir şekilde dostluğu anlatıyor. 
Devamını Oku »

Kürk Mantolu Madonna







 "... insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerinde çok düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf mı var? dedim. Hayır, bilakis belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabi görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha küçükken öldü. Evde annemle ikimiz kaldık. Annem, tabi olmaya, itaat etmeye alışmış olan kadınlığın adeta bir timsaliydi. Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. Ona ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim, destek oldum. Böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daime tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olamadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları farkettikten sonra erkekleri sahiden seve bilmem imkansızdı. En hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları meydana çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır... Aman Yarabbi, insan deli olur!... Kendimde hiçbir gayri tabi temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına aşık olmayı tercih ederim…"   Alıntıdan da anlaşılacağı üzere ben bu kitabın ana kahramanı Maria Puder'in hayata bakışı ve erkekler üzerinde yaptığı eleştiriden çok etkilendim. Romanın ayrı ayrı her sayfasında sizi yansıtan bir karakter bulabilirsiniz. Bu roman insan ruhunda yaptığı gizli gezintilerle sizlere kendi ruhunuzun bir parçasını bulmanızı sağlar.Ayrıca romanın karakterlerinin gezdiği sokaklarda onlarla birlikte yürüyor gibi sizi o dünyaya sokacak çok kuvvetli bir tasvir dili kullanılmış. Bence bu bir romanı en etkileyici yapan şeydir. Sabahattin Ali'nin bu yapıtı ise buna sahipse okumak için daha ne bekliyorsunuz?
Devamını Oku »